Bir Ruh Gerek…

Bir Ruh Gerek…

Kökü Unutursan Ruhun Çürür

Her yapılan işte bir ruh gerek… Ruh olmadığında insan sadece görüntüden ibarettir, devlet bir binanın betonundan fazlası olamaz, millet ise kalabalıktan ileri gidemez. Ruh; işte o kalabalığı bir millete, milleti bir cihana hükmedebilir kudrete dönüştüren gizli cevherdir. Bizim medeniyetimizin asıl sırrı da burada saklıdır.

Ruh olmadan huzur olmaz, başarı da doğmaz. Bu hakikati inkâr eden her toplum, kendi karanlığında kendi gölgesini takip eder. Ruh bize ilhamını medeniyet köklerimizin derinliğinden verir. Ecdadın ruh bütünlüğünü anlayamayan, mana yükünü taşıyamaz. Ruhsuz ve köksüz milletler nasıl sömürge olur, nasıl başkalarının algı operasyonlarının oyuncağı hâline gelirse, biz de o girdabın içinde savruluruz.

Bizim medeniyetimiz edeble kurulmuş, hedefi büyük, niyeti derin bir medeniyettir. İnsanlığa insanca yaşama hakkı tanımak, adaleti yeryüzüne hâkim kılmak için cihatlar yapılmış; ulus idraki değil, sınırları aşan bir ruh bütünlüğüyle yol alınmıştır. Osmanlı ruhu işte bunun en parlak örneğidir: fethettiği topraklarda kölelik düzenini yerle bir etmiş, sömürgeci zihniyete meydan okumuştur. Emperyalizmin iliğine kadar işlediği zulmün karşısına adaletle dikilmiş, insanın değerini insanca yaşama hakkıyla yüceltmiştir.

Geleceği inşa etmenin en önemli adımı geçmişine yabancı kalmamak, daha doğrusu geçmişine düşman olmamaktır. Ne acıdır ki, bugün sığ düşünce tarihine yabancı, hatta düşman hâle gelmiş durumda. Batının hayalperest dünyasına kapılıp ceddine kin duyan bir zihinle geleceği inşa etmek mümkün değildir. Selçuklu’yu anlamayan, Osmanlı’yı kavramayan; kendi tarihinin ruhunu idrak edemeyen bir millet, geleceğini nasıl sağlam kurabilir?

Selçuklu ve Osmanlı… Bu iki büyük nefes, tek bir ruh çizgisinin iki farklı tecellisidir. Selçuklu, devlet aklını kurdu; nizamı tesis etti, adaleti sözde değil özde yaşattı. Taşın üstüne taş koyarken sadece şehir inşa etmedi; hikmeti, meydanları, medreseleri, yolları bir ruhla yoğurdu. Anadolu’yu yurt yapan irade, Selçuklu’nun devlet aklıyla ruhu buluşturduğu o büyük hamleden doğdu.

Osmanlı ise bu aklı alıp bir ruh fırtınasına çevirdi. Toprağı büyüten de buydu, gönlü büyüten de… Gittiği her yerde adalet terazisini cihanın orta yerine koydu. Kılıçla fethetti ama gönülle hükmetti. Gayrimüslimi, mazlumu, mültecisi, tüccarı, köylüsü aynı adalet gölgesinde yaşadı. Osmanlı’nın büyüklüğü fethettiği şehirlerde değil; gönüllerde kurduğu devlette saklıydı. Toynbee’nin Türkiye’ye geldiğinde fark ettiği şey de buydu: “Bu milletin mayasında çökmeyen bir direnç, yıkılışta dahi dimdik duran bir ruh var.”

Fakat ne hazindir ki, bu iki büyük damar, bu iki ruh kaynağı çoğu kez unutturuldu. Selçuklu da Osmanlı da “geçmiş” diye kenara itildi; sanki hafızamızdan sökülmesi gereken bir yükmüş gibi… Oysa kendi kökünden utanan bir millet, kendi geleceğinin temeline dinamit koyar. Kökleri kesilen bir ağacın gövdesi nasıl çürürse, ruhundan koparılan millet de savrulur, yalpalayarak yürür.

Toynbee’nin uyarısı bugüne hitap edercesine çınlıyor: “Bir millet, geçmişinin mirasını taşımadığı an, kendi geleceğinin mezarını kazmaya başlar.”

Bugünün dünyasında bu ikazın ne kadar yerinde olduğunu acı acı yaşıyoruz. Sosyal hayatta nezaket çökmüş, iş hayatında liyakat yara almış, idarede ruhu besleyen kaynaklar unutulmuş. Batının parıltılı ama içi boş hayalperestliğine kapılanlar, kendi köklerini küçümserken aslında kendi ruhlarını yok ediyorlar. Oysa ruhsuzluk, bir milletin en derin felaketidir.

Selçuklu’nun aklını, Osmanlı’nın ruhunu yeniden diriltemezsek; geleceği betonla değil çürüme ile inşa ederiz. Bu topraklar ruhunu kaybettiğinde çatırdar, ama ruhunu bulduğunda cihana sığmaz.

Bir milletin gerçek gücü ordusunda değil, ruhundadır.

Muhabbetle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
17 Yorum
İbrahim İnal Arşivi