İbrahim İnal
Sadece Gazze Değil, Vicdan da Yanıyor – Nereye Kadar?
Sadece Gazze Değil, Vicdan da Yanıyor – Nereye Kadar?
Kudüs’e prangalar vuruldu, Gazze cayır cayır yanıyor. Mescid-i Aksa’nın avlusunda asker postalları yankılanıyor, Gazze semalarında çocuk çığlıkları yükseliyor. Her sabah yeni bir bombardıman, her akşam yeni bir cenaze… Ve biz, milyarlarca Müslüman, sadece izliyoruz.
Müslüman coğrafya birer birer yanarken, vahdet şuuruyla ayağa kalkmamız gereken günleri ıskalamaya devam ediyoruz. Kudüs, zincire vurulmuş bir esir gibi bekliyor. Gazze, terk edilmiş bir çocuk gibi çığlık atıyor. Ama sokaklarımızda hâlâ sükûnet, ekranlarımızda hâlâ kaygı dışı gündemler, zihnimizde hâlâ bireysel dertler var.
Tarih gösteriyor: Kudüs sadece bir şehir değil; inancın, direnişin ve izzetin sembolüdür. Onun uğruna mücadele edenler bir taş parçasını değil, ümmetin onurunu savundu. Selahaddin’in yüreğinde yanan ateş, ümmetin vahdetini tutuşturmuştu. Bugünse ne Selahaddin var ne de onun izinden giden bir izzet ordusu…
Gazze sadece bir yer ismi değil; zulme direnişin adıdır. Onlar yokluk içinde vakarlarını korurken, biz konfor içinde suskunluğumuzu büyütüyoruz. Şehit düşen çocuklar, kefensiz toprağa verilen evlatlar, yıkık binalar ve enkaz altından çıkan Kur’an sayfaları sadece görüntü değil; bizim suskunluğumuza yazılmış ilahi ihtarlardır.
Gözümüzün önünde eriyen bir ümmet gerçeği var. Yıkılan her evle birlikte umutlar da yıkılıyor. Ama en çok da bizden beklenen ses yıkılıyor. Gazzeli bir annenin çocuğunu toprağa verirken ettiği dua bizim rahat koltuklarımızı titretmiyorsa, mesele kalbimizdedir. Yetim kalan çocukların gözlerindeki “Bizi neden yalnız bıraktınız?” suali cevapsız kalıyorsa, mesele yine vicdanımızdadır.
Peki, bize ne oldu? Hangi korkular, hangi hesaplar bu sessizliği üzerimize örttü? Cevabı sadece dış güçlerde aramayalım. Asıl yara içeride. Ümmet bilincini kaybetmiş, mezheplerle parçalanmış, esir alınmış, siyasete kurban edilmiş bir İslam dünyası… Ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” rehaveti…
Oysa biz, bir zamanlar birbirini görmeden yardıma koşan bir ümmettik. Bir mazlumun haykırışı, diğerinin uykusunu bölerdi. Bugünse bu zulümlere alıştık mı ne? Her gün yeni bir ölüm haberi geliyor ama ekran başında sadece başımızı sallıyoruz. Bu, normalleşmiş bir felakettir. Bu, kalbin taşlaşmasıdır. Oysa tarih diyor ki: Zafer vahdetle gelir, yıkım dağınıklıkla. Bugün ümmetin en çok ihtiyacı olan şey vahdet şuurudur. Vahdet sadece bir araya gelmek değil; aynı amaçta birleşmek, aynı yükü omuzlamaktır.
Dualarımız artık sadece dilde kalmamalı. Bir irade göstermeli, bir adım atmalıyız. Sosyal medyada paylaşım yapan değil; sokakta, meydanda, kurumlarda, kalpte ve akılda direnen bir ümmet olmalıyız. Kudüs esaretten, Gazze ateşten kurtulacaksa, bu sadece bizim uyanışımızla mümkündür.
Zaman, yeniden silkinip ayağa kalkma zamanıdır. Bu bir siyasi mesele değil, bu bir varoluş meselesidir. Kudüs düşerse sadece bir şehir değil, ümmetin vicdanı düşer. Gazze yanarsa, sadece toprak değil, ümmetin onuru yanar.
Bugün susarsak, yarın çocuklarımız gözümüzün içine bakıp “Neredeydiniz?” diye soracak. Ve biz o zaman hiçbir cevap veremeyeceğiz.
Zaman, ümmetin yeniden diriliş zamanıdır. Zaman, prangaları kırma, yangını söndürme zamanıdır. Zaman, uyuyan devin silkelenip ayağa kalkma vaktidir.
Kudüs zincirliyse biz de özgür değiliz. Gazze yanıyorsa biz de küllerin içinde beklemekteyiz. Ama unutmayın! Ateşin içinden yeniden doğan bir ümmet mümkündür.
Kızılelma davasının aşkıyla yananlar, derdiyle dertlenenler küllerinden doğacak ve ezilmiş insanlığın umudu olacaktır.
Bu umut, necip Türk milletidir.
Muhabbetlerimle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.